31 Ağustos 2013 Cumartesi

Darwinist Propagandanın Çürük Temelleri

Evrim: Akıl Dışı Bir İnanç

tesadüf değil
Bir bilim adamı, boş bir arazide yerdeki tuğlalarla muntazam geometrik şekiller yapılmış olduğunu görse, tuğlaların tesadüfen bu muntazam şekli oluşturduklarını düşünmez. Ancak bazı bilim adamları bu örnekle karşılaştırılmayacak kadar kompleks biyolojik yapıların tesadüfen meydana geldiğini iddia etmekten çekinmemektedirler.
Çoğu insan bir bilim adamından duyduğu her şeyi mutlak doğru sanır. Bu bilim adamının, birtakım felsefi ya da ideolojik önyargılara kapılmış olabileceğinden endişe etmez. Oysa bilim adamlarının bir bölümü, sahip oldukları bazı önyargıları ya da bağlı oldukları felsefi görüşleri, bilimsel bir görünüm altında topluma empoze ederler. Örneğin, tesadüflerin karmaşa ve düzensizlikten başka bir şey oluşturamadığını gözleriyle gördükleri halde, evrendeki ve canlılardaki plan ve düzenin tesadüfler sonucu ortaya çıktığını savunurlar.
Söz gelimi bu tür bir biyolog, canlılığın yapıtaşı olan bir protein molekülünde inanılmaz bir düzen olduğunu ve bu düzenin tesadüflerle oluşma olasılığının bulunmadığını rahatlıkla anlar. Ama buna rağmen, proteinin, milyarlarca yıl önce ilkel dünya şartlarında rastlantılar sonucu meydana geldiğini iddia eder. Bununla da kalmaz, yalnızca bir değil, milyonlarca proteinin tesadüflerle oluşup, sonra inanılmaz bir plan ve düzen içinde bir araya gelerek ilk canlı hücreyi oluşturduklarını da çekinmeden iddiasına ekler ve bunu ısrarla savunur. Bahsettiğimiz kişi "evrimci" bir bilim adamıdır.
Basit bir hesap yapalım: Bir nöronun ortalama genişliği 10 mikrondur. (Bir mikron milimetrenin binde birine eşittir) Bir insan beyni içindeki 100 milyar nöronu tek bir çizgi halinde yanyana getirebilseydik; 10 mikron genişliğindeki çıplak gözle görülmeyen bu çizginin uzunluğu tam 1000 kilometre olurdu. Sadece 1400 gram ağırlığındaki insan beyninde, böylesine uzun bir iletişim ağının varlığı şüphesiz harikulade bir mucizedir.
Oysa aynı bilim adamı, boş bir arazide yürürken yerdeki tuğlalarla muntazam geometrik şekiller yapılmış olduğunu görse, muntazam şekilde üst üste dizilmiş üç tuğla görse, bunların tesadüfen meydana gelip, sonra yine tesadüfen üst üste dizildiklerine asla ihtimal vermez. Hatta böyle bir şey iddia eden kimsenin aklından kuşkulanır.
Peki, sıradan olayları normal değerlendirebilen bu insanlar, konu kendilerinin nasıl var olduğu sorusunu araştırmaya gelince, nasıl olup da bu denli akıl dışı bir tutum sergilerler?
Elbette, bu davranışın bilim adına olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bilimsel düşünceye göre, eğer bir olayın iki muhtemel nedeni varsa, her iki ihtimal üzerinde de düşünmek gerekir.
Eğer iki ihtimalden birisi diğerinden çok daha düşükse, örneğin yüzde 1 ise, bu durumda akılcı ve bilimsel olan hiç kuşkusuz ki yüzde 99 olan diğer ihtimal üzerinde yoğunlaşmaktır.
moleküler biyoloji
Moleküler biyoloji, tek bir canlı hücresinin hatta bir proteinin bile evrimin savunduğu şekilde tesadüfler sonucu oluşmasına ihtimal olmadığını göstermiştir. Bu durum canlılığın var edildiği gerçeğini ispatlamaktadır. Yani tüm varlıklar, Allah'ın üstün sanatının eserleridir.
Bu bilimsel ölçüyü akılda tutarak düşünelim. Canlıların bu dünya üzerinde nasıl ortaya çıktığı konusunda öne sürülen iki görüş vardır. Birincisi, tüm canlıları, şu an sahip oldukları kompleks yapılarıyla Allah'ın yarattığıdır. İkincisi ise, canlılığın bilinçsiz tesadüfler sonucunda meydana geldiğidir. Bu ikincisi, evrim teorisinin iddiasıdır.
Bilimsel verilere, örneğin moleküler biyolojiye baktığımızda, tek bir canlı hücrenin, hatta onda bulunan milyonlarca proteinden tek bir tanesinin bile, evrimin savunduğu şekilde tesadüfler sonucu oluşmasına ihtimal olmadığını görürüz. Olasılık hesapları bu gerçeği açık ve net olarak ortaya koymaktadır. Bu durumda, canlıların ortaya çıkışı hakkında öne sürülen evrimci görüşün doğru olma ihtimali "0" (sıfır)dır.
O halde, birinci görüşün doğru olma ihtimali "yüzde yüz"dür. Yani, canlılık bir düzen içinde var edilmiştir. Diğer bir deyişle "yaratılmış"tır. Zaten yeryüzündeki tüm varlıklar ve tüm eserler, bu gerçeği delillendirmektedir. Tüm canlı varlıklar, üstün bir güç, bilgi ve akıl sahibi olan Allah'ın yaratmasıyla var olmuşlardır. Bu gerçek yalnızca bir inanç biçimi değil, akıl ve bilimin vardığı ortak sonuçtur.
Elbette bu gerçek karşısında, evrimci bir bilim adamının bu iddiasından bütünüyle vazgeçmesi, açık ve ispatlanmış gerçeğe teslim olması gereklidir. Aksine bir davranış, kendisinin "bilim adamı" olmaktan çok, bilimi felsefesine, ideolojisine ve dogmatik inançlarına alet eden bir kişi olduğunu gösterecektir.
Oysa bütün bunlara rağmen söz konusu objektif davranamayan evrimci "bilim adamı"nın, gerçeklerle yüzleştiği her durumda, öfkesi ve önyargıları bir kat daha artar. Onun bu tutumu tek bir kelimeyle açıklanabilir: "İnanç" ... Ama körü körüne, batıl bir inanç. Zira, gerçeklerle karşı karşıya geldiği halde, bunlara gözünü kapayıp, hayalinde kurduğu akıl dışı bir senaryoya ömür boyu bağlanmanın başka bir açıklaması olamaz.

Körü Körüne Materyalizm

Sitokrom-C
Sitokrom-C
Söz edilen batıl inanç, maddenin sonsuzdan beri var olduğunu ve maddenin dışında hiçbir şeyin var olmadığını savunan materyalist felsefedir. Evrim teorisi, materyalist felsefenin sözde "bilimsel dayanağı"dır ve bu felsefeyi ayakta tutmak için ideolojik bağlılıkla savunulur. Bilim, evrimin iddialarını geçersiz kıldığında ise -ki 20. yüzyılın sonunda varılan nokta budur- materyalizmi yaşatabilmek uğruna çarpıtılmaya ve evrimi destekler hale getirilmeye çalışılmaktadır.

Türkiye'nin bilinen evrimci biyologlarından birinin yazdığı bazı satırlar, bu doğmatik inancın doğurduğu yargı bozukluğunun etkisini görmemiz için çok ideal bir örnek oluşturur. Söz konusu bilim adamı, canlı organizmalarda bulunması zorunlu olan proteinlerden biri olan Sitokrom-C'nin tesadüfen oluşabilmesi ihtimali konusunda şunları söylemektedir:

"Bir Sitokrom-C'nin dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denilecek kadar azdır... Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O halde birinci varsayımı irdelemek gerekiyor."194
Michael Behe
Prof. Michael Behe: "Yaşamın akıllı bir varlık tarafından var edildiği gerçeğine karşı öne sürülebilecek hiçbir tutarlı görüş yok."
Söz konusu "bilim adamı", yaratılışı kabul etmektense, kendince "sıfır denecek kadar az" olan ama bilimsel olarak "sıfır" olasılığı "bilimsel" saymayı tercih edebilmektedir. Oysa bilimin kurallarına göre, az önce de bahsettiğimiz gibi, bir konu hakkında iki alternatif açıklama varsa, bunların birinin gerçekleşme ihtimali "sıfır" ise ve bilimsel deliller diğer ihtimali destekliyorsa, o halde doğru olan diğer ihtimaldir. Ancak, söz konusu dogmatik materyalist yaklaşım, maddeye hakim olan madde-üstü bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmeyi baştan yasaklamıştır. Bu yasak aynı materyalist dogmaya inanan pek çok bilim adamını ne yazık ki akla ve sağduyuya tamamen aykırı bir kabule götürmektedir.
Bu bilim adamlarına inanan ve güvenen sıradan insanlar da, bu kişilerin kitaplarını, yazılarını okuyarak, onların gözlerini kör eden "materyalist büyü"nün etkisine girmekte, aynı duyarsızlığa bürünmektedirler. Bilim dünyasında önde gelen isimlerin önemli bir bölümünün ateist olmasının nedeni, işte bu bahsettiğimiz dogmatik materyalist bakış açısıdır. Bu büyünün etkisinden kendilerini kurtaran ve açık bir yargı ile düşünen bilim adamları ise, Allah'ın apaçık varlığını kabul etmekte hiç tereddüt etmezler. Lehigh Üniversitesi'nden Amerikalı biyokimyacı Prof. Michael J. Behe, canlılardaki düzenin, yani yaratılışın varlığını kabul etmemekte direnen bilim adamlarını şöyle anlatır:
Richard Dawkins
Yaratılış Gerçeğini kabul etmektense, imkansızı kabul etmeyi tercih eden Richard Dawkins.
"Son kırk yıl içinde, modern biyokimya, hücrenin sırlarının önemli bir bölümünü ortaya çıkardı. Onbinlerce insan, bu sırları bulmak için yaşamlarını laboratuvarlardaki uzun çalışmalara adadılar... Hücreyi araştırmak için gerçekleştirilen tüm bu çabalar, çok açık bir biçimde, bağıra bağıra, tek bir sonucu veriyordu: 'Tasarım!' Bu sonuç o denli belirgindi ki, bilim tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak görülmeliydi... Ama aksine, hücrede keşfedilen kompleks yapı karşısında, utangaç bir sessizlik hakim oldu... Peki neden? Neden bilim dünyası, keşfettiği büyük gerçeğe sahip çıkmıyor? Çünkü, bilinçli bir tasarımı kabul etmek, ister istemez Allah'ın varlığını kabul ettirmeyi çağrıştırıyor onlara."195
İşte dergilerde, televizyonlarda gördüğünüz, belki kitaplarını okuduğunuz ateist evrimci bilim adamlarının durumu budur. Bu insanların yaptıkları tüm bilimsel araştırmalar, kendilerine bir Yaratıcı'nın varlığını göstermektedir. Ancak onlar aldıkları dogmatik materyalist eğitim ile o denli körleşmişlerdir ki, her şeye rağmen bu gerçeği reddetmeyi sürdürürler.
Allah'ın varlığının açık delillerini sürekli görmezden gelen bu kişiler tümüyle duyarsızlaşırlar. Dahası, bu duyarsızlıklarından kaynaklanan cahilce bir kendine güven duygusuna kapılırlar. Hatta, "eğer bir Meryem Ana heykelinin sizlere el salladığını görseniz dahi, bir mucize ile karşı karşıya olduğunuzu sanmayın... Çok küçük bir olasılıktır, ama belki de heykelin sağ kolundaki atomların hepsi, tesadüfen, bir anda aynı yönde hareket etme eğilimi içine girmiş olabilirler"196 diyen tanınmış evrim savunucularından Richard Dawkins gibi, saçma olanı savunmanın bir erdem olduğunu sanmaya başlarlar. Kuran'da, insanlık tarihi boyunca inkarcıların sahip oldukları bu ortak psikoloji şöyle tarif edilmektedir:
Gerçek şu ki Biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık -Allah'ın dilediği dışında- yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar.(En'am Suresi, 111)
Kuran'daki bu ifadelerden anlaşılacağı gibi evrimcilerin sahip oldukları dogmatik zihniyet, kendilerine özgü, orijinal bir düşünce değildir. Evrimci bilim adamları, çağdaş bir bilimsel düşünceyi değil, en ilkel putperest toplumlardan bu yana ısrarla devam eden bir cehaleti korumaktadırlar. Başka ayetlerde aynı psikoloji şöyle belirtilir:
Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, oradan yukarı yükselseler de, mutlaka: "Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)

ayetler
 
... Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın.
(Bakara Suresi, 32)

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Darwinist Propagandanın Çürük Temelleri

Bir Canlı Hakkında Evrim Masalı Anlatmak, Neden Evrim Teorisine Kanıt Sağlamaz?

Evrim propagandasının en belirgin özelliklerinden biri hikaye anlatımına dayalı olmasıdır. Hikayeyi anlatan TV kanalı ya da gazete, çoğu zaman önyargıları, çoğu zaman da evrimi bir dogma olarak benimsemesi nedeniyle bilimsel bulguları yanlış yorumlayarak evrim senaryoları oluşturur. Daha sonra da bu senaryoyu sağlam bilimsel kanıtlara dayalı bir tez havasında insanlara empoze etmeye çalışır. Gerçekte ise, milyonlarca yıllık süreleri kapsayan hikayeler anlatan evrimcilerin elinde bazen yalnızca basit bir kafatası parçası, bazen de sadece tek bir diş vardır. Ne var ki evrimciler eldeki verilerin yetersizliğine karşın, hikayelerine birçok hayali unsur eklerler. Oysa bu, dünyaca tanınmış evrimcilerin bile eleştirdiği, tamamen önyargıya dayalı, bilimdışı bir propaganda yöntemidir.
evrimcilerin hayali hayat ağacı
Darwinistler, bilimsel bulguları yanlış yorumlayarak evrim senaryoları oluştururlar. Hayali hayat ağacı, yalnızca evrimcilerin anlattıkları hikayelere dayanmaktadır. Gerçekte ise bu hikayeler evrim lehine hiçbir şey sağlamamaktadır.
National Geographic, Discovery Channel gibi TV kanalları ya da Scientific American, Focus gibi dergiler evrimi yaygınlaştırmak için topluma böyle hikayeler üreten fabrikalar gibidirler. Bu kurumların yayınlarında, gerçekte milyonlarca yıla varan yaş farkı bulunan kemik bulguları arasında zorlama evrimsel senaryolar oluşturularak bunlar gerçekten yaşanmış gibi anlatılır. Oysa bu sadece önyargıya dayalı bir tutumdur. Evrimci bir paleontolog olan Henry Gee bu konuda şu yorumları yapmaktadır:
"Yeni fosil bulguları, önceden varolan hikayeye uydurulur. Sanki atalar-nesiller zinciri, bizim gerçekten düşünmemiz gereken bir amaçmış gibi biz bu yeni bulgulara 'kayıp halkalar' deriz; aslında gerçek farklıdır: bunlar insan önyargılarıyla uyumlu olmaları için şekillendirilen, gerçeğin ardından yaratılan, tamamen insan icadı olan şeylerdir."181 "Şu anda bize üstünlük sağlayan konumumuzdan bakarak, fosilleri kendimizde gördüklerimizin yavaş yavaş kazanıldığını yansıtan bir şekilde ayarlarız. Doğruyu aramayız, kendi önyargılarımıza uyması için, onu gerçeğin ardından yaratırız."182
Bu önyargılı senaryoları eleştiren bir başka evrimci de Collin Patterson'dur. İngiliz Doğa Tarihi Müzesi Paleontoloji Başkanı olan Patterson 4 Mart 1982'de BBC televizyonuna verdiği bir ropörtajda açıkça şunları söylemiştir:
"Hikayeleri, zaman içindeki değişimlerin hikayelerini kastediyorum. Dinozorların nasıl ortadan kalktığı, memelilerin nasıl evrimleştiği, insanın nereden geldiği. Bunlar bana hikaye anlatımından fazla birşey ifade etmiyor... Bir [evrimsel] ağacın uçlarına erişimimiz var ama ağacın kendisi bir teori. Ağaç hakkında bilgili gibi gözüken ve ağaçla ilgili olup bitenleri, ince ve kalın dalların nasıl ortadan kalktığını açıklar gibi görünen insanlar, bana göre sadece hikaye anlatıyorlar."
filmlerde evrim propagandası
Yukarıda bir sinema filminden alınan görüntüler bulunmaktadır. Filmlerle yapılan evrim propagandalarında ortaya konan senaryolar tamamen hayal ürünüdür. Burada konu edilen maymun adamlar, yalnızca toplumu insanın evrimleştiği fikrine alıştırmak içindir.
Evrim masallarına sarılan sadece evrimci paleontologlar değildir. Evrim masallarına evrim biyologları da en az paleontologlar kadar sık başvururlar. Bu insanlar canlıların sahip olduğu yapıların sağladığı avantajlara bakarak evrim senaryoları oluştururlar. Popüler evrimci TV kanallarından gün boyu yayınlanan evrim masallarının ağırlıklı bölümü bu kategoriye dahildir. Bu belgesellerde fillerin sözde yerdeki yiyecekleri almak için hortum geliştirdikleri; böceklerin savunma amacıyla zehir ürettikleri gibi hikayeler anlatılır. Yarasaların çevrelerini algılamada kullandıkları sonarları, elektrikli yılan balıklarının 300 volt şiddetine varan elektrik akımları üretebilen organları ya da örümceğin muhteşem ağını üretmesini sağlayan mekanizmalarıyla ilgili evrimci masallar anlatılır durulur. Ancak bu masalların hiçbiri asıl sorulara, yani her biri son derece kompleks olan bu sistemlerin kör tesadüflerle nasıl olup evrimleşmeye başladıkları ve rastgele mutasyonlarla bunun bilgisinin DNA'ya nasıl eklenmiş olabileceği sorularına yanıt vermez. Evrimin hikayeleri en baştan doğru kabul edilir ve doğadaki her canlı bu genel öngörü çerçevesinde ele alınır. Gee bu konuda eleştiri oklarını evrimci biyologlara şöyle yöneltmektedir:
"Burnumuz gözlük taşımak için yapılmıştır, böylece gözlük kullanabiliriz." Evrimci biyologlar herhangi bir yapıyı, faydalı hale gelen bir adaptasyon olarak yorumladıklarında hala tamamen bu mantıkta hareket etmektedirler, ama bu faydanın bir yapının nasıl evrimleştiği, ya da gerçekte bir yapının evrimsel tarihinin bu yapının şekil ve özelliklerini nasıl etkilemiş olabileceği hakkında bize hiçbir şey söyleyemeyeceğini göremezler".183
Bu masalların en sık başvurulanları uyumsal ihtiyaçlarla ilgili olanlarıdır. Bunların ortak özelliği, canlıların içinde bulundukları ortam nedeniyle duydukları ihtiyaçları belirtmek sonra da, bu ihtiyaçlar nedeniyle şu veya bu organı "geliştirdiklerini" anlatmaktır. Oysaki ihtiyaçlar, yeni organlar, yeni sistemler meydana getirmez. Evrimcilerin bedensel yapılardaki dönüşümlere mekanizma olarak önerdikleri -ancak daima zararlı oldukları deneylerle sabit olan- rastgele mutasyonlar da 'ihtiyaçlara' göre ortaya çıkmazlar. Evrimci Douglas Futuyma bu konuda şunları ifade etmektedir:
"Türlerin uyumsal 'ihtiyaçları' uyumlandırıcı bir mutasyonun ortaya çıkacağı ihtimalini yükseltmez; mutasyonlar o anın uyumsal ihtiyaçlarına yönelmiş değildir. Mutasyonların sebepleri vardır, ancak türlerin uyum sağlama ihtiyaçları bunlardan biri değildir".
Futuyma'nın sözleri popüler Darwinist televizyon kanallarındaki belgesellerde ısrarla anlatılan evrim masallarını topluca çürütmektedir. Bu TV kanallarının ortaya koyduğu senaryolar hiçbir bilimsel delile dayanmamakta, tamamen hayal ürünü olarak izleyiciye sunulmaktadır. Hiçbir yılan balığı ihtiyacı için elektrik üretecek organ; hiçbir böcek ihtiyaç duyduğu için doğru kimyasal formülde zehir üretecek bir organ; hiçbir fil yerden besin toplama ihtiyacı için hortum evrimleştiremez. Bunları iddia etmek "çöldeki susuzluk nedeniyle, arabalar hava soğutmalı motorlar geliştirdiler" demek gibi bir safsatadır. Bir arabada hava soğutmalı motor bulunması çöl şartlarını göz önüne alan bir mühendisin varlığının, canlılardaki sistemler de onları doğadaki yaşamlarına uygun özelliklerle donatan bir Yaratıcı'nın göstergesidir. Kör tesadüfler, bir otomobildeki hava soğutma sistemini de, bundan daha büyük komplekslik barındıran canlılardaki kompleks sistemleri de kuşkusuz ki açıklayamazlar. Yeryüzündeki muhteşem canlılığın tek bir Sahibi, tek bir Yaratıcısı vardır. Bu Yaratıcı, her varlığı yoktan var eden, alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)

Sonuç:

Yukarıda ifadelerini aktardığımız Gee, Patterson ve Futuyma birer evrimci olmalarına karşın evrim masalı anlatmanın bilimdışı olduğunu kabul etmektedirler. Popüler evrimci medya ise bunu tamamen gözardı edip bilimsel kanıtlarla destekleyemedikleri mantık dışı iddialarını topluma telkin edebilmek için evrim masallarını kullanmayı sürdürmektedirler.
Buradan tüm bu yayınlara halkın artık evrim teorisinin açmazları hakkında bilinçlendiğini hatırlatıyor, bu yöntemi terk etmeleri çağrısında bulunuyoruz.

Australopithecus'un İnsan Evrimi İddialarında Kullanılması Niçin Anlamsızdır?

Australopithecus kafatası
Australopithecus kafatası
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen Australopithecus ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş eski bir maymun türünden başka bir şey değildir. Australopithecus cinsleri içinde evrimciler sadece Australopithecus afarensis olarak nitelendirdikleri türü (1974 yılında bulunduğunda dünyaya insanın evriminin ispatı olarak sunulan 'Lucy'nin temsil ettiği tür) insanın doğrudan atasıymış gibi lanse ederler. Ancak Australopithecus fosilleri üzerinde yapılan detaylı analizler bu canlıların sıradan maymun türleri olduğunu ortaya koymuştur.
Australopithecusların ilk olarak Afrika'da 4 milyon yıl kadar önce ortaya çıktıkları ve 1 milyon yıl öncesine kadar da yaşadıkları sanılmaktadır. Australopithecusların tümü, günümüz maymunlarına benzeyen soyu tükenmiş maymunlardır. Hepsinin beyin hacimleri, günümüz şempanzelerininkiyle aynı veya daha küçüktür. Ellerinde ve ayaklarında günümüz maymunlarındaki gibi ağaçlara tırmanmaya yarayan çıkıntılar mevcuttur ve ayakları dallara tutunmak için kavrayıcı özelliklere sahiptir. Boyları kısadır (en fazla 130 cm) ve aynı günümüz maymunlarındaki gibi erkek Australopithecus dişisinden çok daha iridir. Kafataslarındaki yüzlerce ayrıntı, birbirine yakın gözler, sivri azı dişleri, çene yapısı, uzun kollar, kısa bacaklar gibi birçok özellik, bu canlıların günümüz maymunlarından farklı olmadıklarını gösteren delillerdir.
Bu konudaki evrimci iddia ise, Australopithecusların, tam bir maymun anatomisine sahip olmalarına rağmen, diğer tüm maymunların aksine, insanlar gibi dik yürüdükleri şeklindeki tezdir.
Oysa Australopithecus üzerinde yapılan birçok araştırmada bu türün insana benzer şekilde yürüyemediği ve iki ayaklı olmadığı sonucuna varılmıştır:
1. Lord Zuckerman, kendisi de evrim teorisini benimsemesine rağmen, Australopithecuslar'ın sadece sıradan bir maymun türü oldukları ve kesinlikle dik yürümedikleri sonucuna vardı.185
2. Bu konudaki araştırmalarıyla ünlü diğer evrimci anatomist Charles E. Oxnard da Australopithecus'un iskelet yapılarının günümüz orangutanlarınınkine benzediği sonucuna vardı.186
3. 1994 yılında İngiltere'deki Liverpool Üniversitesi'nden Fred Spoor ve ekibi, Australopithecus'un iskeleti ile ilgili kesin bir sonuca varmak için kapsamlı bir araştırma yaptılar. İskeletlerde, vücudun yere göre konumunu belirleyen "salyangoz" isimli bir organ üzerinde incelemeler yürütüldü. Spoor'un vardığı sonuç, Australopithecus'un insanlarınkine benzer bir yürüyüş şekline sahip olmadığıydı.187
4. 2000 yılında B. G. Richmond ve D. S. Strait isimli bilim adamlarının gerçekleştirdiği ve Nature dergisinde yayınlanan bir araştırmada Australopithecusların önkol kemikleri incelendi. Karşılaştırmalı anatomik incelemeler, bu türün günümüzde yaşayan ve 4 ayak üzerinde yürüyen maymunlarla aynı önkol anatomisine sahip olduğunu gösterdi.188

    Yorumlar:

    Australopithecus'un insanın atası sayılamayacağı evrimci kaynaklar tarafından da kabul edilmektedir.
    Science et Vie dergisinin Mayıs 1999 tarihli sayısının kapağı "Elveda Lucy" başlığını taşıyordu. Evrimci dergi, Australopithecus türü maymunların insan soyunun kökeni olmadığını ve bunların soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştı.
    bonobo şempanzesi
    Günümüzde yaşayan ve iki ayakları üzerinde yürüyen bonobo şempanzeleri, Lucy'nin bir benzeridir. Evrimcilerin insanın atası olarak göstermeye çalıştığı, Lucy'nin de dahil edildiği A. Aferensis türü tam anlamıyla bir maymun türüdür. Bu gerçek, evrimci bilim adamları tarafından da artık kabul edilmiş durumdadır.
    Australopithecus'un insanın atası sayılamayacağı, son dönemde evrimci kaynaklar tarafından da kabul edilmektedir. Fransız bilim dergisi Science et Vie, Mayıs 1999 sayısında bu konuyu kapak yapmıştır. Australopithecus afarensis türünün en önemli fosil örneği sayılan Lucy'i konu alan dergi, "Adieu Lucy" (Elveda Lucy) başlığını kullanarak Australopithecus türü maymunların insan soyunun kökeni olmadığı ve bunlarının soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştır.189
    Amerika'nın USA Today gazetesinde Tim Friend tarafından kaleme alınan bir makalede insanın doğrudan atası gösterilen Lucy (Australopithecus afarensis) hakkında şu yorumlara yer verilmiştir:
    "Lucy'nin bilimsel adı Australopithecus afarensis. Günümüzde yaşayan bonobo şempanzelerine çok benziyor: Küçük bir beyin, öne çıkmış yüz ve iri azı dişleri. Ancak Homo'nun doğrudan atası kabul edilen Lucy'nin bu özelliği son on yılda gözden düştü. Birçok uzman, insanın kökenini Lucy gibi bir ataya doğrudan takip etmenin çok basit bir yaklaşım olduğunu kabul ediyor."
    Bu yazıda Smithsonian Doğa Tarihi Müzesi İnsanın Kökeni Programı Başkanı Richard Potts'un da yorumlarına yer verilmektedir. Buna göre Potts ve daha birçok evrimci uzman, Lucy'nin artık insanın soy ağacından çıkarılması gerektiğini kabul etmektedir.190
    Australopithecusların zaman içinde iki ayaklı hale geldikleri tezinin tutarsızlığını gösteren bulgulardan biri, Afrika ülkelerinden Uganda'nın Bwindi ormanlarında rastlanan şempanzelerdir. Liverpool Üniversitesi araştırmacılarından Robin Crompton'un keşfettiği şempanzelerin özelliği zaten iki ayak üzerinde yürüyor olmalarıdır. İskoçya'nın The Scotsman gazetesinde "İki Ayaklı Maymunlar Darwin'i Çiğnedi" başlığıyla verilen haberde Crompton şu yorumu yapmaktadır: "Bu durum, genelde kabul edilen, dört ayağı üzerinde yürüyen şempanzelerden evrimleştiğimiz iddiasına aykırı."191
    Tüm bu deliller canlıların birbirlerinden evrimleşerek ortaya çıktıklarını savunan evrim teorisinin iddialarını çürütür niteliktedir. İnsan bugünkü özelliklerine sahip olarak bir anda yaratılmıştır. Allah insanı üstün özelliklere sahip olarak yaratmıştır. Kuran'da şöyle buyrulmaktadır:
    ..."Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin?" "Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam."(Kehf Suresi, 37-38)

    Obezite Üzerindeki Göz Boyayıcı Darwinist Yorumlar

    obezite, kedi, tavşan
    Obezlik, bir memelinin, yağ olarak depolanan doğal enerji rezervlerinin normal seviyelerin ötesinde artış göstermesi ve sağlık sorunlarına yol açtığı durumdur. Belli bir miktarda beden yağı; enerji depolama, ısı yalıtımı, darbelerin emilmesi (etkisinin azaltılması) ve diğer bazı fonksiyonlar açısından gereklidir. Aşırı yeme ve hareketsizlik durumlarında, normalin üstünde miktarlarda yağ depolanmaya başlanmakta ve obezlik ortaya çıkmaktadır.
    İnsanların, vakitlerinin çoğunu bilgisayar ve televizyon başında geçirdiği, kalori değeri yüksek besinlerin kolayca bulunduğu ve bu besinlerin tüketimlerinin reklamlarla teşvik edildiği toplumlarda, obezlik yaygın bir sorun olarak öne çıkmaktadır. Bir insanın, obez olup olmadığı, vücuttaki yağ miktarının beden ağırlığına oranına göre değerlendirilmektedir.
    Her fizyolojik fonksiyon gibi, yağ depolama da genlerle kontrol edilen bir fonksiyondur ve uzmanlarca yaklaşık 20 ila 30 genin obezlikle bağlantılı olduğu tahmin edilmektedir.
    Sürekli kalori alımı ve hareketsizlik, canlıyı aşırı kilolu hale getirebilir, çeşitli faktörlerden ötürü obezlik popülasyonda yaygınlık kazanabilir. Ancak bu durum canlıyı başka bir tür canlıya dönüştürmez yani bir evrimleşme meydana getirmez. Örneğin obez kediler, bir kedi popülasyonunda ne kadar yaygınlık kazanırsa kazansın, başka canlılara, örneğin tavşanlara dönüşmeyecektir.
    Evrimcilerin obezite hakkındaki iddiası da son derece tutarsız bir senaryo üzerine kuruludur. Bununla ilgili olarak, insanın hayali evrim sürecinde kıtlıklarla mücadele ettiği, bu hayali süreçte bulabildiği her lezzetli şeyi yemek zorunda kalması nedeniyle de obezliğin ortaya çıktığı anlatılır. Lezzetli yiyecekleri yeme alışkanlığının bir 'içgüdü' olarak geliştiği öne sürülür. Biraz da bilimsel bir görünüm vermek amacıyla, obezlikle ilgili olduğu tahmin edilen genlerin evrimle ortaya çıktığı ve bu genlerin, eski çağlarda süren kıtlıkların bir kalıntısı olduğu gibi yorumlar yapılır.
    Bu evrimci masal, Time, Newsweek, National Geographic TV gibi uluslararası yayınlarda bilim adamlarının obezite hakkındaki açıklaması olarak anlatılır ve bunların bilimsel olarak güçlü varsayımlar olduğu aldatmacası telkin edilir. Oysa şu ya da bu üniversitedeki bilim adamının bu hikayeyi anlatması onu bilimsel kılan bir faktör değildir. Hatta bu insanlar, anlattıklarının bilim dışı hikayeler olduğunu bile bile bu propagandayı sürdürürler. Evrimi bir dogma olarak benimsedikleri, obezliğin evrimle ortaya çıktığına dair masallara kendilerini inandırdıkları için evrimci dünya görüşünü ayakta tutmak amacıyla bu duruma göz yumarlar.
    Evrimci Stephen J. Gould, evrim biyologlarının bu hikayelerle ilgili bilim dışı tavrını şu sözlerle açıklamıştır:
    "Evrim biyolojisi, anatomi ve ekolojiyi kayıtlandıran ve sonra hangi kemiğin neden o şekilde göründüğü ya da bu canlının neden orada yaşadığıyla ilgili tarihsel veya adaptasyonla ilgili açıklamalar üretmeye çalışan, spekülatif bir argüman şekliyle ciddi derecede engellenmiştir. Bilim adamları bu masalların hikaye olduğunu bilirler; maalesef bunlar profesyonel literatürde fazlasıyla ciddi ve gerçeksel alınırlar. Daha sonra bunlar [bilimsel] 'gerçekler' haline dönüşür, popüler literatüre girerler."192
    Obezlik hakkındaki evrim hikayesine göz yuman evrim biyologlarının bilimsel olarak rahatsız edici hiçbir şey yokmuş gibi davranarak gösterdikleri kayıtsızlık gerçekten de düşündürücü boyutlardadır. Öyle ki evrimciler, içgüdülerin evrim teorisinin iddialarında oluşturduğu açmazı yok saymakta, hatta onu uydurdukları hayali evrim hikayelerine adapte etmede sakınca görmemektedirler.
    obezite, darwinist propaganda, obezlik
    Bizzat Charles Darwin'in kendisi, içgüdünün, teorisini yıkacak görünümde bir tehdit olduğunu kabul etmiştir.
    Obezlik hikayesine 'gen' kavramıyla katılmak istenen bilimsellik motifi de evrimcilere bir destek sağlamamaktadır. Bir genin obezlikle ilgili olduğunu belirtmek, o genin evrimle nasıl ortaya çıkmış olabileceğine dair bir açıklama değildir. Nitekim evrim teorisyeni ve biyolog John Maynard Smith, bir özelliği devreye sokan bir geni bulmanın bunun nasıl evrimleşmiş olduğunu da anlamak anlamına gelmeyeceğini, aksini düşünmenin saçmalamak olduğunu belirtmiştir.193
    Kısacası, obezlikle ilgili evrimci yorumlar, zihinlerde üretilen hayali senaryolardan ibarettir. Bu senaryolar, insan biyolojisini hayali hikayeler serisine çeviren evrimcilerin, çaresizliğinden başka birşey ispatlamamaktadır.

    26 Ağustos 2013 Pazartesi

    Darwinist Propagandanın Çürük Temelleri

    Evrim İş Başında Yalanı

    bilim
    Zaman zaman basın-yayın organlarında yer alan, 'Evrim iş başında' ifadesi, gerçekte bir canlı popülasyonunun varyasyonlarının 'evrim' olarak çarpıtıldığı bir propagandadan ibarettir. Varyasyon, genetik biliminde kullanılan bir terimdir ve "çeşitlenme" demektir. Bu genetik olay, bir canlı türünün içindeki bireylerin ya da grupların birbirlerinden farklı özelliklere sahip olmasına neden olur. Örneğin yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik bilgiye sahiptirler, ama bu genetik bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi kızıl saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin boyu kısadır.
    Evrimciler ise, bir türün içindeki varyasyonları evrim teorisine delil olarak göstermeye çalışırlar. Oysa varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz.
    Varyasyon her zaman genetik bilginin sınırları içinde olur. Genetik biliminde söz konusu sınıra "gen havuzu" denir. Bir popülasyonun bireyleri birbirleriyle ne kadar çok eşleştirilirse eşleştirilsinler, ortaya yeni canlılar çıkmaz. Bu, tarih boyunca yürütülen bitki ve hayvan ıslahı çalışmaları ile 20. yy'ın sayısız laboratuvar deneyinin ortaklaşa doğruladıkları bir gerçektir.
    Biyolog Edward Deevey de, varyasyonun hep belirli genetik sınırlar içinde gerçekleştiğini şöyle açıklar:
    Çaprazlama çiftleştirme yöntemiyle çok önemli sonuçlara varılmıştır... Ama sonuçta buğday hala buğdaydır, örneğin, üzüm değildir. Domuzlar üzerinde kanat oluşturmamız da, kuşların yumurtalarını silindir şeklinde üretmeleri kadar imkansızdır. Daha güncel bir örnek, son bir yüzyıl içinde dünyadaki erkek nüfusunda görülen boy ortalaması yükselişidir. Daha iyi beslenme ve bakım koşulları sayesinde erkekler son bir yüzyıl içinde rekor sayılabilecek bir boy ortalamasına ulaşmıştır, ama bu artış giderek durma noktasına gelmiştir. Çünkü varabileceğimiz genetik sınıra dayanmış durumdayız.168
    Özellikle TV belgesellerinde doğal popülasyonlardaki varyasyon örnekleri evrimciler tarafından çarpıtılır. Örneğin bir adada yaşayan, zemin örtüsüne uygun görünümde kuşların daha iyi kamufle olması, bakterilerin antibiyotiklere veya böceklerin tarım ilaçlarına karşı bağışıklık kazanması gibi durumlar, 'evrimin iş başında olduğu' şeklinde maksatlı bir yorumla aktarılır. Böylece izleyenlere doğada anbean işleyen ve bilim adamlarınca delillendirilebilen bir evrim sürecinin devam etmekte olduğu telkin edilir.
    Oysa anlatılan örneklerde sadece kuşun tüy desenlerindeki varyasyonlardan zemin örtüsüne uygun olanının seçilmesi söz konusudur. Bu durumda zaman içinde buradaki popülasyon zemine uygun renklerdeki kuşlardan meydana gelebilir. Ancak evrimci biyologların "mikroevrim" adını verdikleri bu olay, sadece mevcut genetik bilgi dahilinde gerçekleşen bir değişimdir, bir türü başka bir türe değiştirmemektedir. Yukarıdaki örneklerin hiçbirinde, konu edilen canlıların DNA'sına yeni genetik bilgi eklenmemektedir. Varyasyonlardaki seçilim, 'zaten' var olan genetik bilgi arasında gerçekleşmektedir, dolayısıyla bir 'evrim' meydana geldiğini iddia etmek mümkün değildir.
    Tüm bu örnekler, tür içi çeşitlenmelerle ilgilidir. Bu, birçok evrim biyoloğunun da kabul ettiği bir gerçektir.
    Evrimci biyologlar, Gilbert, Opitz ve Raff, Developmental Biology dergisinde yayınlanan 1996 tarihli bir makalelerinde türlerin kökeninin, mikroevrim şeklinde adlandırdıkları varyasyonlarla açıklanamayacağını şöyle belirtirler:
    Modern sentez (neo-Darwinist teori) önemli bir başarıdır. Ancak, 1970'lerden başlayarak, çok sayıda biyolog bunun açıklayıcı gücünü sorgulamaya başlamıştır. Genetik bilimi, mikroevrimi açıklamak için yeterli bir araç olabilir, ama genetik bilgi üzerindeki mikroevrimsel değişiklikler, bir sürüngeni bir memeliye çevirebilecek ya da bir balığı amfibiye dönüştürecek türden değildir. Mikroevrim, sadece uygunların hayatta kalması kavramına yardımcı olabilir, uygunların oluşumunu açıklayamaz. Goodwin'in 1995'te belirttiği gibi, "türlerin kökeni, yani Darwin'in problemi, çözümsüz kalmaya devam etmektedir."169

    Sonuç:

    Zaman zaman gündeme getirilen 'Evrim iş başında' söylemi, evrimcilerin toplumu yanıltmak için sürdürmeye çalıştıkları bir aldatmacadan ibarettir. Fosil kayıtları, türlerin evrimle ortaya çıktığı iddiasını kesin olarak yalanlamaktadır. Doğa tarihinin milyonlarca yıllık kayıtları göstermektedir ki, tüm canlı grupları aniden ve kusursuz yapılarıyla var olmaktadır. Türler yeryüzündeki varlıkları boyunca değişikliğe uğramamakta, başka canlılara dönüşmeden soylarını sürdürmektedirler.
    Bu durum gayet açık bir şekilde göstermektedir ki, iş başında olduğu savunulabilecek hiçbir evrimsel süreç yaşanmamıştır. Yeryüzü, kendine has özellikler taşıyan ve her biri olağanüstü bir komplekslik sergileyen, Allah'ın "Ol" emri ile yaratılmış canlılarla doludur. Bunlara evrimsel bir geçmiş uydurmaya çalışmak, hiçbir zaman bir sonuç vermeyecek, bilimsel gelişmeler sürekli olarak evrim aleyhinde gerçekler ortaya çıkaracaktır.
    Bir ayette Rabbimiz olan Allah şöyle buyurmaktadır:
    Onu istediğimizde herhangi bir şey için sözümüz, ona yalnızca "Ol" demekten ibarettir; o da hemen oluverir. (Nahl Suresi, 40)

    küre balığı fosili
    Solda: 150 milyon yıllık küre balığı fosili. Sağda: Günümüzdeki küre balığına bir örnek.
    kurt kafatası fosili
    Sağda: 20 milyon yıllık kurt kafası fosili. Solda: Günümüzde yaşayan kurta bir örnek.
    antilop kafatası fosili
    Solda: 50 milyon yıllık antilop kafası fosili. Sağda: Günümüz antilobu.
    kaplan kafatası fosili
    Solda: 80 milyon yıllık kaplan kafatası fosili. Sağda: Günümüz kaplanlarına bir örnek.
    Fosil kayıtları, türlerin evrimle ortaya çıktıkları iddiasını kesin olarak yalanlamaktadır. Milyonlarca yıllık fosiller, günümüzde yaşayan türdeşleriyle hiçbir farklılık ortaya koymamaktadır. Bu gerçek canlıların, yaratıldıkları andan itibaren, milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişikliğe uğramadıklarını göstermekte, hayali evrim sürecini kesin olarak inkar etmektedir.

    "Bizi Biz Yapan Beyin Bölgeleri" Aldatmacası

    maymun
    İnsan, diğer memelilerle benzer biyolojik yapılara sahip olmasına karşın, zihinsel faaliyetleri açısından canlılar aleminden derin bir ayrımla ayrılır. Bu durum, insanın en yakın akrabası olarak öne sürülen şempanze ile insan arasında da gözlenmektedir. Zihinsel güç açısından insanla şempanze arasındaki farklılık öylesine büyüktür ki, evrimciler bunun "alem seviyesinde" bir farklılığa denk geldiğini ifade etmektedirler. (Canlılar, küçükten büyüğe sistematik bir sıralama dahilinde; tür, cins, aile, takım, sınıf, filum ve alemlere ayrılırlar. Canlı sistematiğinin en büyük sınıfı, alem'dir.) Yani zihinsel faaliyetler açısından insanla şempanze, bitkiler alemiyle hayvanlar alemi kadar farklıdır.
    Burada evrimciler adına bir çelişki söz konusudur. Evrimciler, insanın hem bedensel hem de zihinsel tüm özelliklerinin hayali evrim sürecinde ortaya çıktığını kabul ederler. Peki ama nasıl olur da insan, sözde en yakın akrabası olarak ilan edilen bir canlıyla böylesine derin bir ayırıma sahip olmuştur? Evrimciler bilincin maddeden kaynaklandığı dogmasına saplanıp kalmışlardır. Bu durumda, şempanzeyle aynı tipte beyin hücrelerine sahip olan insanın; üniversiteler, kütüphaneler, hastaneler kuran, uzaya mekik gönderen üstün akıl sahibi bir canlı olarak ortaya çıkmasını nasıl açıklayabilirler?
    bilim
    Açıktır ki, insanı insan yapan faktörleri beyin kimyasında ya da nöronların elektrokimyasal faaliyetlerinde aramak akıl dışı bir yaklaşımdır. Nöronlar ve değiş tokuş yaptıkları kimyasallar, nihayet atomlardan meydana gelmektedir. Atomların ise bilinç meydana getirici hiçbir özelliğinin bulunmadığı açıktır. Bir çekirdek ve onun etrafında dönen elektronlardan meydana gelen, oksijen, karbon, azot ve hidrojen gibi atomlar hissedemez, düşünemez ve konuşamazlar.
    Darwinizm; cansız bir dünyadaki atomların, zaman içinde birleştiğini, en kaliteli televizyondan daha mükemmel görüntü sağlayıp kendilerini görmeye başladığını, en kaliteli müzik setinden daha net ses sağlar hale geldiklerini ve ardından onu duyma yeteneği kazandıklarını, yerin sertliğini hissetmeye başladıklarını nihayet profesörler, doçentler gibi düşünür ve konuşur olduklarını iddia etmektedir!
    Darwinistler, bilim dünyasını ve toplumu bu akıl dışı, köhne inanca sürüklemeye çalışmaktadırlar. Bu doğrultuda çalışan primatbilimciler ve sinirbilimciler, insan aklıyla ilgili evrimcilerin içinde bulundukları çıkmazın kimi beyin bölgeleri üzerinde yapılan çalışmalarla giderilmekte olduğu izlenimini vermeye çalışmaktadırlar. Maymun ve insan beyni üzerinde görüntüleme çalışmaları yapmakta, beynin faaliyetleri üzerinde spekülasyonlar ortaya koymaktadırlar. Bu çalışmalar ise medyada "bizi insan yapan beyin bölgeleri belirlendi" türünden yanıltıcı başlıklarla haber verilmekte, insan beyninde bulunan bazı 'sihirli' nöronların insana akıl ve hislerini kazandırdığı telkin edilmektedir.
    Ancak bu yöndeki propagandanın hiçbir gerçekliği bulunmamaktadır. Nitekim New Scientist dergisinde "Yaşamın Gizemleri" başlığı altında yayınlanan bir makalede, bu propagandayı yalanlayan şu sözler ortaya konmuştur:
    bilim
    İnsanı insan yapan faktörler, beyindeki nöronların faaliyetleri değildir. Şuursuz, bilinçsiz ve cansız atomlar, duyan gören, düşünen, bilinçli insanları var edemezler. Şuursuz atomlar bir araya gelerek laboratuvarlarda kendisini inceleyen insanı oluşturamazlar.
    "Bilinç, bilim için gerçekten zor bir sorudur çünkü tamamen subjektiftir. Bilinçle ilgili çalışmaların uzun süredir din ve felsefe alanlarına ait olmasının sebebi de budur. Ancak biyologlar, özellikle nörologlar, şimdi bu tartışmaya dahil oluyorlar. Bazıları beyin taramalarının ve elektriksel kayıtlandırmalarının 'bilincin nöral (sinirsel) karşılığını' ortaya çıkaracağını umuyorlar. İnsanlar bilinçliyken -bilinçsizken değil- beyinde neler olup bittiğini anlayabilmemiz gerektiğini varsayıyorlar.
    Araştırmacılar bu konuda ilerlemeler kaydettiler. Ancak beyinle ilgili olarak bizi neyin bilinçli yaptığı hala açık değil. Bizler bilinçli olduğumuzda açık olan, bilinçsiz olduğumuzda ise kapalı olan tek bir beyin alanı kesinlikle yok. Ve üzerinde bilinçli olduğumuz, altında ise bilinçsiz olduğumuz basit bir sinirsel faaliyet eşiği ya da bilince daima eşlik eden bir tip aktivite veya nörokimya da yok gibi görünüyor.
    Ancak bilincin beyinden kaynaklanan birşey olduğunu kabul etseniz (ki bunu pek de herkes böyle kabul etmiyor) ve bilinçli tecrübeyle ilişki ortaya koyan bir beyin faaliyeti örneği bulsanız dahi, hala bir problemle karşı karşıyasınızdır. Bir nöron kitlesinin faaliyetleri neden herhangi bir his vermelidir ki? Neden parmağınıza bir şey batırmak acı hissi verir? Neden bir gül kırmızı görünür?
    Buna bilincin 'zor problem'i adı verilmiştir..."170
    Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi insanda bilinç oluşturduğu bilinen hiçbir beyin bölgesi bulunmamaktadır. Bilincin kaynağı bir et parçası değil, Allah'ın insana verdiği ruhtur. Yüce Allah bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:
    Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?(Secde Suresi, 9)

    "İlkel Neandertal Tezi Neden Geçersizdir?

    neandertaller
    İsmini ilk bulunduğu bölgeden (Almanya'nın Dusseldorf kenti yakınlarındaki Neander vadisi, 1856) alan Neandertal insanı, yani Homo sapiens neanderthalensis, geriye doğru bir alna, belirgin olmayan bir çene ile iri bir burna sahiptir. Günümüzden yaklaşık 30.000 yıl önce belirlenemeyen bir nedenden dolayı bu insan türünün ortadan kalktığı düşünülmektedir. Neandertallerin gerçek bir insan ırkı olduğu gerçeği artık birçok evrimci tarafından kabul edilse de bazıları hala Neandertalleri soyut düşünceden yoksun ilkel mağara adamları olarak gösterme eğilimindedirler. Oysa Neandertal anatomisi ve kültürü hakkında son yıllarda ele geçirilen çok sayıda bulgu, bu eğilimin hiçbir temeli olmadığını, bu insanların gerçek bir insan ırkı olduklarını ortaya koymuştur.
    Öncelikle günümüzde yaşayan insanlar ile, Neandertaller arasında yapılan anatomik ve sanatsal karşılaştırmada ortaya çıkanlar evrimin iddialarını destekleyecek üstünlükler değildir. Nasıl ki günümüzde yaşayan Kuzey Batı Avrupalı insanların iri cüsselerinden yola çıkarak bu insanların, daha minyon olan Çinliler veya Pigmelere göre daha kaba ve ilkel olduklarını söylemek mümkün değilse, aynı şekilde Neandertallerin güçlü beden yapısına sahip olmaları veya alınlarının dar olması da onların ilkel bir tür olduklarını göstermez. Çünkü kemik ve iskelet yapısı, davranış şekli ve zeka seviyesinde belirleyici bir faktör değildir.
    Üstelik, eğer anatomik özellikler kriter kabul edilecekse, evrim mantığında Neandertallerin günümüz insanından daha zeki olduğu kabul edilmelidir. Çünkü evrimciler insan zekasını beynin büyüklüğüne dayandırırlar; Neandertallerin beyin hacmi ise günümüz insanının beyin hacminden ortalama %13 daha büyüktür.
    neandertaller
    1: Günümüzde yaşayan bir çocuk kafatası, 2: Bir Neandertal çocuğu kafatası
    Eğer evrimcilerin Neandertallerin insansı olduğuna dair anatomik delilleri kriter kabul edilecekse, bu durumda Neandertallerin günümüz insanından daha zeki olduğu kabul edilmelidir. Çünkü evrimciler insan zekasını beynin büyüklüğüne dayandırırlar. Neandertallerin beyin hacmi ise günümüz insanından %13 daha büyüktür.
    Neandertallerin yaşadıkları mağaralarda elde edilen bulgular bu canlıların insan gibi davrandıklarına dair önemli ipuçları vermiştir. Örneğin Neandertallerin hasta ve yaralılarını tedavi ettikleri ve ölülerini çiçeklerle birlikte gömdükleri bilinmektedir. Elbette bunlar Neandertallerin sevgi ve şefkat kavramlarına sahip sosyal insanlar olduklarını göstermektedir. Neandertallerin gerçek insanlar olduğuna dair kanıtların ortaya çıkarıldığı araştırmalar ve bunlara dayanarak Neandertaller hakkında uzmanlarca yapılan yorumlardan bazıları şunlardır:

    neandertal dikiş iğnesi
    "Neandertal kalıntıları ve modern insan kemikleri arasında yapılan ayrıntılı karşılaştırmalar göstermektedir ki, Neandertallerin anatomisinde ya da hareket, alet kullanımı, zeka seviyesi veya konuşma kabiliyeti gibi özelliklerinde modern insanlardan aşağı sayılabilecek hiçbir şey yoktur."171
    • Uzun yıllar Neandertal anatomisini inceleyen Erik Trinkhaus isimli uzman, Neandertaller hakkında vardığı sonuçları şöyle açıklamaktadır:
    • En ilgi çekici Neandertal bulgularından birisi ayı kemiğinden yapılmış bir flüttür. 1995 Temmuzu'nda Kuzey Yugoslavya'daki bir mağarada bulunan flütü analiz eden müzikolog Bob Fink, bu aletin, 4 nota çıkardığını ve flütte yarım tonlar ve tam tonların da olduğunu tespit etmiştir. Bu keşif, Neandertallerin Batı müziğinin temel formu olan yedi nota ölçüsünü kullandıklarını göstermektedir. Flütü inceleyen Fink, "eski flütün üzerindeki ikinci ve üçüncü delikler arasındaki mesafenin, üçüncü ve dördüncü delikler arasındaki mesafenin iki katı" olduğunu belirtmektedir. Bunun anlamı birinci mesafenin tam notayı, ona komşu olan mesafenin de yarım notayı temsil ettiğidir. "Bu üç nota inkar edilemez bir şekilde diatonik bir ölçekteki gibi ses çıkarır" diyen Fink, Neandertallerin müzik kulağı ve bilgisi olan insanlar olduğunu belirtmektedir.172
    • Neandertal insanları tarafından kullanıldığı ve 30 bin yıllık olduğu tespit edilen kemikten yapılma dikiş iğnesi son derece düzgündür ve iplik geçirilmesi için açılmış bir deliğe sahiptir.173 Elbette dikiş iğnesine ihtiyaç duyacak bir giyim-kuşam kültürüne sahip olan insanlar "ilkel" sayılamaz.
    • New Mexico Üniversitesi'nde antropoloji ve arkeoloji profesörü olan Steven L. Kuhn ve Mary C. Stiner İtalya'nın güneybatı sahilindeki Neandertal mağaralarında yıllarca araştırma yapmış ve Neandertallerin, günümüz insanı gibi kompleks bir düşünce yapısı gerektiren faaliyetlerde bulundukları sonucuna varmışlardır.174
    neandertaller

    Evrimciler, sahte propaganda yöntemlerini kullanarak Neandertalleri ilkel mağara adamları olarak gösterme eğilimindedirler. Oysa, bilimin gösterdiği gerçek, pek çok evrimci bilim adamının da kabul ve itiraf ettiği gibi, Neandertallerin gerçek bir insan ırkı olduklarıdır.
    Tüm bunlar Neandertallerin günümüzde yaşayan insanlardan farksız olduğunu gösteren bilimsel kanıtlardır. Bazı evrimci yayınlarda ısrarla ilkel Neandertal Adamı yanılgısının sürdürülmeye çalışılması, evrimcilerin fosilleri Darwinist bir bakış açısıyla yorumlama eğilimlerinin bir uzantısıdır. Neandertaller konusunda uzman olan Erik Trinkhaus bu eğilime şu cümlelerle işaret etmektedir:

    "Fosiller maalesef kendi adlarına konuşmazlar. Onları hayata getiren bilim adamlarıdır ve bunu yaparken genellikle kendilerinin en iyi ya da en kötü karakteristiklerini fosillere atfederler. Her nesil, Neandertallere kendi korku, kültür ve hatta bazen kişisel geçmişlerini yansıtır. Bizim kendi doğamızı gösteren sessiz bir kaynaktırlar, buna rağmen kendimizin değil de onların doğasını aydınlattığımızı düşünerek gururlanıp avunuruz.
    Bu durum özellikle Neandertallerin aldatıcı hikayesinin etkileyici yönlerinden biri ve bunların yorumlanması söz konusu olduğunda belirgindir: Yani üretilen canlı doku rekonstrüksiyonlarında..."175
    Neandertallere ait flüt kalıntısı
    Neandertallere ait bu flüt kalıntısı, Batı müziğinin temel formu olan yedi nota ölçüsüne sahiptir. Bu bulgu, Neandertallerin üstün bir kültüre sahip insan ırkı olduklarını kanıtlamaktadır.
    Neandertaller
    Neandertallerin maymun adam olduğu yorumu, yalnızca evrimcilerin hayal güçlerinin ürünüdür.
    Neandertaller konusundaki önyargıları dile getiren bir başka bilim adamı, Pennsylvannia Üniversitesi arkeologlarından Jan Simek'tir. Bir evrimci olan Simek, 1980'li yıllarda Güney Batı Fransa'da Jahn Phipriga ile birlikte bir Neandertal mağarasında kazılar gerçekleştirmiş, mağarada yakılan ateşin ve çok sayıda balığın kalıntılarına bakarak geniş tartışmalara yol açan bir tez ortaya koymuştu. Ateşte çok miktarda ot yakıldığını, bunun mağaradaki sinekleri kovma veya balıkları tütsüleme dışında bir amacı olamayacağını belirtmişti. O dönemde birçok evrimci, balıkları daha sonra kullanım amacıyla tütsülemenin geleceği planlama yeteneği gerektirdiğini belirterek, Neandertallerin böyle bir iş başarmış olmalarının mümkün olamayacağını ileri sürmüş ve bu teze karşı çıkmışlardı. Simek 26 Mart 2003'te National Geographic TV'de yayınlanan "Neandertal Bilmecesi" isimli belgeselde tezinin karşısındaki Darwinist önyargıları şöyle ifade etmiştir:
    "Bazı antropologlar sadece farklılıkları alıyor. Kültürel ve biyolojik farklılıklar aranıp bulunuyor ve onların (Neandertallerin) günümüz insanından farklı bir tür, hatta farklı bir ırk oldukları söyleniyor. Bence bugünün [Neandertalin hayali evrim sürecinde elenmiş bir tür olduğu veya Homo sapiens'le karışarak günümüze genlerini taşıdığı tartışmalarının] suçlusu biziz. Arkeoloji ve antropolojinin içinde bu kadar bulunan insanlar olarak, verilere bu kadar önyargılı yaklaştığımız için suçluyuz."

    Sonuç:

    Günümüzde yaşayan insanlardan bedenen hiçbir farklarının olmadığına, düşünce ve yaşam biçimlerinin de son derece ileri olduğuna dair birçok somut bilimsel bulgu ortaya konmasına rağmen Neandertallerin hala ilkel insanlar gibi gösterilmeye çalışılmasının tek nedeni Darwinist önyargılardır. Evrimciler doğada sürekli bir çatışma olduğu ve yaşamın bir hayatta kalma mücadelesi olduğu yönündeki aldanışlarını devam ettirmektedirler. Bu aldanış onları Neandertaller hakkındaki asılsız senaryoları savunmaya ve onları Homo sapiens sapiens'le olan mücadelesinde elenen ilkel bir canlı olarak görmeye ve göstermeye yöneltmektedir. Ancak bu konudaki çabaları sonuçsuzdur, tüm deliller Neandartellerin bir insan soyu olduğunu ve insanı Allah'ın bir anda eksiksiz olarak yarattığını ortaya koymuştur.

    Homo Erectuslarla İlgili "İlkel Tür İddiası" Sadece Önyargıdan İbadettir

    homo erectus, kafatası hacmi
    Homo erectus "dik yürüyen insan" anlamına gelir. Bu insanlar günümüz insanlarından farksız iskelete sahiptirler ve bizim gibi dik yürüyebilmektedirler. Evrimcilerin Homo erectus'u "ilkel" sayma nedenleri ise, kafatası hacimlerinin (900-1100 cc) günümüz insanının ortalamasından (1400 cc) küçük olması ve kalın kaş çıkıntılarıdır. Oysa bugün de dünyada Homo erectus'la aynı kafatası ortalamasında pek çok insan yaşamaktadır (örneğin pigmeler) ve bugün de çeşitli ırklarda kaş çıkıntıları vardır (Avusturalya yerlileri Aborijinler'de olduğu gibi). Homo erectus'un anatomik özelliklerinin günümüzde de görülmesi Homo erectus'un ilkel bir tür olmadığının kesin bir göstergesidir. Nitekim birçok evrimci artık Homo erectus'un gerçek bir insan olduğunu dile getirmektedir.
    homo erectus
    Darwinistlerin Homo erectus örneği, küçük kafatası hacmi nedeniyle Turkana çocuğu fosilidir. Oysa bu fosilin 12 yaşında bir çocuk olduğu ve büyüyünce 1.83 boyunda olacağı saptanmıştır. İskelet yapısı ise günümüz insanlarından farksızdır. Darwinistlerin "ilkel" yakıştırması yalnızca aldatıcı propagandalarının bir sonucudur.
    Zeka, beynin hacmine göre değil, beynin kendi içindeki organizasyonuna göre değişir.176 Dolayısıyla Homo erectus'un küçük beyin hacmine sahip olması onun zekadan ve beceriden yoksun ilkel bir canlı olduğunu göstermez.
    Homo erectus'u dünyaya tanıtan fosiller, her ikisi de Asya'da bulunan Pekin Adamı ve Java Adamı fosilleriydi. Ancak zamanla bu iki kalıntının da güvenilir olmadıkları anlaşıldı. Pekin Adamı, sadece alçıdan yapılmış ve aslı kaybolmuş modellerden ibaretti, Java Adamı ise bir kafatası parçası ile, ondan metrelerce uzakta bulunmuş bir leğen kemiğinden oluşuyordu ve bunların aynı canlıya ait olduğuna dair hiçbir gösterge yoktu. Bu nedenle Afrika'da bulunan Homo erectus fosilleri giderek daha fazla önem kazandı.
    Afrika'da bulunan Homo erectus örneklerinin en ünlüsü, Kenya'daki Turkana Gölü yakınlarında bulunan "Turkana Çocuğu" fosilidir. Bu fosilin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu ve büyüdüğü zaman yaklaşık 1.83cm boyunda olacağı saptanmıştır. Fosilin dik iskelet yapısı günümüz insanından farksızdır. Amerikalı paleoantropolog Alan Walker, "ortalama bir patoloğun bu fosilin iskeletiyle, bir günümüz insanı iskeletini birbirinden ayırmasının çok güç olduğunu" söyler.177
    Nitekim evrimci paleoantropolog Richard Leakey bile Homo erectus'un günümüz insanı ile olan farklılığının ırksal farklılıktan öte bir anlam taşımadığını şöyle ifade eder:
    Herhangi bir kişi farklılıkları fark edebilir: Kafatasının biçimi, yüzün açısı, kaş çıkıntısının kabalığı vs. Ancak bu farklılıklar bugün değişik coğrafyalarda yaşamakta olan insan ırklarının birbirleri arasındaki farklılıklardan daha fazla değildir. Böyle bir varyasyon, topluluklar birbirlerinden uzun zaman aralıklarında ayrı tutuldukları zaman ortaya çıkar.178
    aborijin yerlisi ve eskimo
    Üstte: Aborjin yerlisi.
    Altta: Eskimo.
    Homo erectus ile günümüz insanı arasındaki farklılık, yukarıdaki insanlarda görülen ırksal farklılıktan öte bir anlam taşımamaktadır.
    Prof. William Laughlin, Eskimolar ve Aleut Adaları insanları üzerinde uzun yıllar anatomik incelemeler yapmış ve bu insanlar ile Homo erectus'un şaşırtıcı derecede birbirlerine benzediklerini görmüştür. Laughlin'in vardığı sonuç, tüm bu ırkların gerçekte Homo sapiens türüne (günümüz insanına) ait farklı ırklar olduğudur:

    Hepsi Homo sapiens türüne ait olan Eskimolar ve Avustralya yerlileri gibi uzak gruplar arasındaki büyük farklılıkları dikkate aldığımızda, Homo erectus'un da kendi içinde farklılıklar taşıyan bu türe (Homo sapiens'e) ait olduğu sonucuna varmak çok mantıklı gözükmektedir.179
    Laughlin'in bu görüşleri artık birçok evrimci tarafından açıkça kabul edilmektedir. Paleoantropoloji alanında dünyanın çeşitli ülkelerinden önde gelen isimlerin katıldığı Senckenberg Konferansı bu kabulün ön plana çıktığı konferans olmuştur:
    "Senckenberg konferansındaki katılımcıların çoğu, Michigan Üniversitesi'nden Milford Wolpoff, Canberra Üniversitesi'nden Alan Thorne ve meslektaşlarının başlattığı ve konusu Homo erectus'un taksonomik konumu olan hararetli bir tartışmaya daldılar. Bu kişiler Homo erectus'un bir tür olarak geçerliliğinin olmadığını ve bütünüyle elimine edilmesi gerektiğini ısrarlı bir şekilde ileri sürdüler. Homo türünün bütün üyeleri, doğal herhangi bir ara veya alt bölüm olmaksızın, yaklaşık 2 milyon yıl öncesinden bugüne, çok fazla değişkenlik gösteren, geniş bir alana yayılmış tek bir türe, Homo sapiens'e aitti. Homo erectus'un bir tür olarak mevcut olmadığı, konferansın ana konusu oldu."180

    Sonuç:

    Homo erectus'un "ilkel" kabul edilmesinin temelinde yatan neden, sahip olduğu anatomik özellikler değildir. Evrimciler bu türü, Australopithecus ve Homo habilis gibi sıradan maymunlar ile günümüz insanı arasında var olduğunu düşündükleri boşluğu dolduracak bir malzeme olarak benimsemekte ve kullanmaktadırlar. Kısacası Homo erectus'un Homo sapiens'ten ayrı bir tür olarak tutulması, 'az gelişmiş' bir insan olduğundan değil, evrimcilerin önyargılarından kaynaklanmaktadır.